Cezmi Bayram
Türk Ocakları'nın kuruluşundan itibaren hassasiyetle uygulamaya calıştığı umdesi "fırka siyâseti dışında kalmak"tır. Ancak bu söylenmesi ve ifadesi kolay; uygulaması son derecede zordur. Zira, sadece Ocaklıların bu ilkeye sadakatle ve titizlikle uyma gayretleri yetmez. Partilerin de buna saygı göstermeleri ve sivil toplum kuruluşlarının bu hassasiyetini varlıklarının tabii gereği saymaları, hattâ bunun önemli ve zarûri olduğunu kabul etmeleri gerekir. Bu umdeyi, bazen Ocaklıların da yanlış ifade etiği gibi "Ocak partiler üstüdür" şeklinde söylemek de doğru değildir. Belki, "Ocak partiler dışındadır, partilerden bağımsızdır"şeklinde anlamak daha doğrudur.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, demokrasilerde her iki müessese de var olacaktır. Bu halk irâde ve düşüncesinin, arzu ve ihtiyaçlarının tahakkukunun tabii bir gereğidir. Hattâ halkın irâdesi, idareye partiler yoluyla yansıyacağı için, partiler daha önemli mevkidedir. Bu yüzden bizim Anayasa'mız da partileri demokrasinin vaz geçilmez müesseseleri saymıştır. Ancak sivil toplum kuruluşları da, dernekler, sendikalar, vakıflar da ayni ölçüde önemli ve zarûridir. Zira halk partiler vasıtasiyle irâdesini 4 veya 5 yılda bir ortaya koyabilmektedir. Halbuki sivil kuruluşlar vasıtasiyle memleketin idaresi, iktisâdî, siyâsî ve bütün alanlarda düşüncesini, arzusunu, hattâ denetimini her zaman yapabilmektedir. Bu son hâlin, memleket ve millet menfaatine gerçekten tahakkuku için sivil kuruluşların bağımsızlığı en tabii ihtiyaç ve gereklerdendir. Ancak, bu o kadar kolay değildir.
Bir kere partiler sadece merkezî ve mahallî idareleri yönetmeyi yeterli bulmazlar, toplumun her kesimini kontrol etmek isterler. Bu da tabiidir. Farklı sesleri kendileri için fayda değil, mahzurlu sayarlar. Hattâ belli bir fikri veya mefkûreyi temsil iddiasında bulunan partiler, o alanda faaliyet gösteren fikir ve kültür kuruluşlarını tamamen denetimlerini altına almak isterler. Bu da anlaşılabilir.
İkinci olarak, sivil kuruluş yöneticilerinin de siyâsî veya siyâset vasıtasiyle temin edilecek arzu ve temayülleri vardır. Bunlar, her ne kadar partilerden bağımsız bir kuruluşa mensup veya onların yöneticisi olduklarını iddia etseler de iç dünyalarında parti militanlığı anlayışı hâkimdir. Dolayısiyle, davranış ve fikirlerini ifadede bu iç dünyalarının etkisinden kurtulamayabilirler.
Şunu da hemen ifade edelim ki, sivil toplum kuruluşlarının, özel olarak Türk Ocakları'nın partilerden bağımsız olmaları, Ocaklıların fert olarak siyaset yapmalarına ve siyâset yoluyla gelinebilecek makamlara, miletvekilliği, belediye başkanlığı, meclis üyeliklerine tâlip olmalarına, hattâ seçilmelerine ve seçildikten sonra da Ocak'taki görevlerine devam etmelerine engel değildir. Mesele, bunların birbirine karıştırılmamasıdır. Bu, elbette çok kolay değildir. Ama iki zümrenin, partilerin ve sivil kuruluşların biririnden bağımsızlığı, özellikle sivil kuruluştan beklenen fayda bakımından zarûridir.
Memleket meselelerinin, insanlığın meselelerinin sürekli fikirlerin yenilenmesine ve
geliştirimesine ihtiyacı vardır. Bu ancak, tahdit edici bir çok kayıttan bağımsız, hür bir ortamda mümkündür. Partilerin iç disiplinleri, seçmenin beğenisini kazanarak oyunu alma mecburiyeti, arzulanan hür ortamın teşekkülüne her zaman imkân vermez. Halbuki, sivil kuruluşlar böyle değildir. Özel olarak, tek ölçüsü "Türklüğe hizmet" olan Türk Ocakları böyle bir hür ortamın en tabii mekânıdır. Esasen Türk Ocaklarının en baştan itibaren böyle bir umdeyi sadakat ve ısrarla muhafaza etmesi de, fikir ve sanat hayatının gelişmesi için en temel ihtiyacı olan hürriyet ortamını tesistir. Ne var ki, daha o yıllarda, Ziya Gökalp'in de işaret ettiği gibi; "Maateessüf memleketimizde henüz harsî mekteplerle siyâsî fırkalar arasındaki fark anlaşılamamıştır"*.
O yıllarda, Ocaklı gençler bu umdeye o kadar titizlikle sahip çıkmışlardır ki, İttihat Terakki'nin Ocak yönetimine müdahalesi gibi gördükleri için Fırka'nın Merkez Heyeti üyesi olan Gökalp'in yönetime seçilmesini engellemişlerdir. Halbuki Gökalp de bu anlayışa tam ve kâmilen sâhiptir. Darülfünun'a "İçtimaiyat müderrisi" olarak tayini teklif edildiğinde, Merkez Heyeti'nde üye ve Fırka'nın fikir önderlerinden olduğu halde, şu şartı ileri sürmüştür:
"Benden orada fırka faaliyeti beklerseniz, bu vazifeyi kabul edemem.
Böyle bir beklenti olmadığı teminatını alınca göreve başlamıştır.
Normal dönemlerde ve ideolojik partilerin etkili olmadığı zamanlarda, bu umdenin tatbiki mesele olmaz. Ancak, tek parti dönemlerinde veya tek partinin baskın üstünlüğünün olduğu zamanlarda, bu ilkeye riayet bir çok sıkıntıya sebep olabilir. Türk Ocakları Cumhuriyetin ilk yıllarında bunun doğurabileceği sıkıntıları farketmiş, 1928 de "Halk Fırkası'nın kültür kolu" gibi çalışmayı kabul etmesine rağmen Serbest Fırka denemesi sırasında ve ilk mahalli seçimlerden sonra 1931 de kapanmak emrini yerine getirmekten kurtulamamıştır.
Halbuki, partilerden bağımsız ve herkebi kucaklayan Türk Ocaklarına, normal dönemlerden daha fazla, siyâsî çekişme ve kamplaşmanın en keskin olduğu zamanlarda ihtiyaç vardır. Zira, 1960'lı yıllarda, henüz siyâsî kamplaşmanın olmadığı dönemlerde, Ocak Merkez binasının üst kat salonunda ben her partiden milletvekilinin beraberce oturup sohbbet ettiğine şâhidim. Şimdi hatırladığıma göre bunlar arasında CHP'den Şevket Raşit Hatipoğlu, Hıfzı Oğuz Bekata, Celal Sungur, Nurettin Özdemir. YTP den Süleyman Arif Emre, çok sayıda CKMP,MP ve AP milletvekilleri vardı. Aralarında edebiyat, sanat, tarih ve memleketin meseleleri hakkında konuşurlar ve parti münakaşası yapmazlardı. Çünkü o yıllarda bir diğer düstur da "Parti kimliği kişinin paltosu gibidir. Ocak binasına girince vestiyere asılır" şeklinde idi ve hepimiz ezberlemiştik.
Demek ki, normal zamanda bir mesele olmayan bu umde ancak siyâsetteki çekişme, çatışma ve kamplaşmanın en keskin oldğu dönem de probleme dönüşebiliyor. Halbuki, bu gibi durumlarda memletmizin de, böyle bir umdeyi titilikle muhafaza eden Türk Ocaklarına her zamandan çok daha fazla ihtiyacı vardır. Başka her yerde çatışan bu insanların rahatça bir araya gelip konuşabildiği bir mekân olmak veya böyle bir mekânının varlığını millet fertlerine hissettirmek son derecede önemli ve gereklidir.
Türk Ocakları kuruluş yıllarında bunu başarıyla yerine getirmiştir. Hamdullah Suphi'ye
kulak verelim:
"Türk Ocakları kurulduğu vakit iki parti çok muhasım olarak faaliyette idi: İttihat ve Terakki, Hürriyet ve İ'tilâf. Biz kapılarımızı ardına kadar açtık; gelenlerin itilâfçı veya attihatçı olup olmadıkları üzerinde durmadık. O günlerde partilerin arasında çok çetin mücadele vardı; fakat sizi temin edebilirim ki, aradan beş, altı ay geçtikten sonra Türk Ocağının büyük ideali karşısında parti fikirleri ehemmiyetini kaybetti. Ondan sonra geçen yirmi sene zarfında Türk Ocağı içinde parti fikirleri mevzubahis olmadı."**
Burada birinci anahtar ifade "Türk Ocağının büyük ideali"dir. Bu da en önce kuruluş fikrinin sahibi olduğu Türkiye Devletinin vatan ve millet bütünlüğününü muhafaza ederek yaşatmak ve artık bir hayal olmaktan çıkan "Dilde, Fikirde, İşte" Türk birliğini sağlamak.
Bunun için de, ikinci yüzyıla girerken ortaya koyduğumuz "Biz hepimiz Türk Milletiyiz" şiarının lâfzına ve mânasına sadakatle sarılmak bir başlangıç olabilir. Ardından da Türk Dünyası ile beraber insanlık için yeni bir medeniyeti inşâ etme müşterek hedefini tahukkuk ettirme gayreti. İşte bu ideal bizi birleştirerek ileriye doğru hamle yapmamızı sağlayacaktır.
İkinci anahtar ifade "Ocak kapılarını her siyâsî düşünceden Türk'e ardına kadar açmak"tır. Esasen mefkûresinin büyüklüğüne ve fikirlerinin doğruluğuna inanan Ocklıların burada hiç bir endişe duymaları mümkün değildir.
*Hars ve Siyâset, Yeni Mecma 1918
**Cezmi Bayram, Türk Milliyetçiliği Tarihi Seyri ve Yeni Hedefler, Ötüken Yayınevi, İstanbul 2013, 210.sayfa