Kuruluşunun üzerinden 80 yıl geçtiği halde eğitim tartışmalarının merkezinde yer almaya devam eden Köy Enstitüleri’ne Cezmi Bayram aynı adlı kitabıyla ışık tutuyor. Bayram, bir kapanmanın söz konusu olmadığını belirtiyor.
Eğitimci kimliğinin yanı sıra İstanbul Türk Ocağı Şube Başkanlığı, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı çalışmalarıyla da tanıdığımız bir isim olan Cezmi Bayram’ın ‘Köy Enstitüleri’ kitabı ‘Bir Masalın Tahlili’ alt başlığı ile Ötüken Yayınları tarafından okuyucuyla buluşturuldu.

Türkiye’de ilkokul öğretmeni yetiştirmek gayesiyle 1940 yılında kurulan Köy Enstitüleri kurulduğundan beri tartışıldı ve bu tartışma 80 yıl geçtiği hâlde zaman zaman alevlenerek devam ediyor.

Tartışmalarda, sol görüşlü kesimin üstün bir eğitim modeli olarak öne sürdüğü, imam-hatip eğitim modelini savunan sağ görüşlü kesimin ise yerden yere vurduğu Köy Enstitülerine dair zihinlerdeki bilgi eksikliğini giderecek kaynak bir çalışmaya imza atan yazar Bayram ile KARAR okuyucuları için konuştum.

Cezmi Bey, köy enstitüleri neden kapatıldı?  

Esasında köylerde okullaşma için öğretmen yetiştirme gayesinden vazgeçilmemesi, bu maksatla açılan okulların faaliyetlerini sürdürmesi, bu okullara öncelikle köy çocuklarının alınması, okulların yatılılığının devam etmesi bakımından bir kapanma söz konusu değildir.

Çok partili döneme geçildikten sonra, halkın şikâyetlerini dile getirmesi, bunları ifade edecek merciler bulması sebebiyle sürdürülemez olan ‘Köy Enstiutüsü sistemi’ ıslah edilmiştir. Sadece Milli Eğitim Bakanlığı içinde ‘muhtar bir ada’ gibi görülen Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatılmıştır.
Kapatılmadı, ıslah edildi diyorsunuz… Peki, ıslaha neden ihtiyaç duyuldu?

1946’da değerlendirmeler CHP’nin müteakip seçimleri kaybedeceğini gösteriyordu. Halkın reyini reyini kaybetmemek için tam bir öz eleştiri hüviyeti gösteren ve 1947 yılında toplanan CHP'nin 7. Kurultayında, lâiklik uygulamaları, milliyetçilik konuları yanında eğitimi meseleleri de görüşüldü. Enstitülerdeki ıslahat ihtiyacı orada ortaya çıktı. Ayni Kurultay'da okullara din derslerinin konulması, imam-hatip okullarının açılması, ilâhiyat fakültesi kurulması gibi hususlar da karara bağlandı.

Bu hususlar daha sonra Parti Grubunda, Meclisteki Bütçe müzakerelerinde tekraren gündeme getirildi. Yâni Parti konunun takipçisi oldu ve ıslahat faaliyeti başladı. Kısaca, CHP kendi eserini , yine kendisi düzeltmeye çalıştı. Dikkate değerdir ki, bu ıslahat faaliyeti o dönemde hiç tenkide mâruz kalmadı.

CHP’nin ardından Demokrat Parti döneminde de bu mirasa sahip çıkıldığını görüyoruz…

DP iktidara geldiğinde aldığı mirasa sahip çıktı. Neticede okulların adı da ‘İlköğretmen Okulu’ oldu. Esasen bu okullar evvelce ortaokul mezunlarını alarak öğretmen yetiştirmek üzere öteden beri vardı ve şehir veya kasaba merkezlerinde kurulduğu için de, diğerine nazire olarak ‘şehir öğretmen okulu’ olarak anılıyordu.

Dönemin Bakanı Tevfik İleri idi. İleri esasında enstitü mezunlarına büyük hizmet etmiştir. Öğretmenler arasındaki statü farkını kaldırmıştır. Maaşlarını eşitlemiştir. 20 sene köyde mecburî hizmeti sonlandırmıştır. Enstitü mezunu öğretmenlerin, diğer öğretmen okulu mezunlarının gidebildiği yüksek okullara devamını sağlamıştır. Bakanlıkta her göreve gelmelerinin önünü açmıştır.  

cezmi.jpgDr. Cezmi Bayram daha önce ‘Garplılaşmadan Ne Anlıyoruz?’, ‘Milliyetçi İktidara Doğru’, ‘Millî Eğitimde Haçlı Seferleri’ (2 cilt), ‘Türk Milliyetçiliğinin Tarihî Seyri ve Yeni Hedefler’ kitaplarını okuyucuyla buluşturdu.

KİTABI CEHALETİ GİDERMEK İÇİN YAZDIM

Sol cenah enstitüler konusunda hâlâ İleri’yi suçluyor ama… Merak ediyorum, kuruluşundan 80 yıl sonra sizi bugün ‘Köy Enstitüleri’ hakkında yazmaya yönelten ne oldu?

Evet, yaptıklarına rağmen İleri ‘enstitü(lü) düşmanı’ı gibi takdim ediliyor. Sol cenahın ‘ağlama’sı, enstitüler hakkında yakınması ve tamamen ideolojik sebeple İleri'yi suçlamasını anlamak mümkündür.

Ancak son zamanlarda bu tek taraflı yoğun propagandanın etkisiyle solcu olmayanlar, hattâ milliyetçiler de ‘enstitü’ hasretini ifadeye başlayınca, en nihayetinde hem fikrî ve hem de ilmî muhtevası bakımından meseleyi daha doğru değerlendirmesini beklediğim bugünkü Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk da göreve gelişinin akabinde verdiği bir beyanatla aynı kervana katılınca, bu konudaki cehaletin ne kadar yüksek derecede olduğunu fark ettim. En azından iyi niyetlileri bilgilendirmek için bu kitabı yazdım…

Sol görüşlü kesimde köy enstitüleri romantizminin devam ettiğini görüyoruz ara ara. Bir yanda da amentüsü imam hatipler olan bir kesim de var. Bu iki eğitim modeli birbirinin alternatifi mi?

Köy Enstitüleri’nin ıslah ihtiyacı ile okullara din dersleri konulması ve dinî hizmetleri yapacak kişileri yetiştirmek üzere imam-hatip okullarının açılması CHP’nin 1947 kurultayında dile getirildi. Islahata hemen başlandı, fakat dinle ilgili uygulamalar gecikmeli başladı.

Bunun teferruatını yine benim ‘Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Seyri ve Yeni Hedefler’ kitabımda yazdım. Bu durum, bu iki kurumu, enstitü ve imam-hatip okullarını bir diğerinin alternatifi gibi takdimine sebep sayıldı. Böylece enstitülerin ıslahının idârî sisteminin devam ettirilemez olmasından değil de tamamen ideolojik sebeple olduğunu izah ve propaganda daha kolaydı.

Enstitüler, bâzı yöneticileri tarafından bir rejim değişikliğinin zemini ve vasıtası olarak görülmüştür.  Ancak ilmin, uzun yıllara dayanan devlet tecrübesinin ışığında ıslah edilmişlerdir. Buna karşılık, imam-hatip okulları da İslâm dininin esasları göz önünde bulundurularak kurulmuş ve geliştirilmiştir. Mezunlarının devam edeceği Yüksek İslâm Enstitülerin kurulmasıyla ileri seviyede araştırıcı yetiştirmenin önü açılmıştır.  

Bugün üniversitelerimizde, din ilimleri dışında bir çok beşerî ilim alanında önde gelen ilim adamları arasında bu okul mezunları vardır. Ama köy enstitülerin tersine, çünkü enstitücüler başlangıçta meseleye ideolojik yaklaşmışlardı, bugün imam-hatip okulları da kuruluş dönemi hassasiyet ve dikkati yerine, neticede tamamen ideolojik olarak ele alınmaktadır.

Bu bakımdan ilk enstitücüler gibi, günümüz imam-hatipçileri de meseleyi ayni şekilde değerlendirmektedir. Enstitücüler bütün öğrencileri ‘komünist’ yapamadıkları gibi, imam-hatipçiler de bütün nesilleri ‘dindar’ yapamadı. Bu okul öğrencileri için deist ve benzeri tartışmalar bunu gösteriyor.

İhtiyacımız olan neydi peki?

İhtiyacımız ideolojik nesiller yetiştirmek değildi. Sağlam karakterli ve öz güveni yüksek, herhangi bir mesleği iyi yapabilen ve en önemlisi dünya ile yarışan nesiller yetiştirmek zarureti var. Bir Aziz Sancar'ın, Almanya'da aşı çalışmalarında muvaffak Türk karı-kocanın uyandırdığı heyecan Azerbaycan'ın Karabağ zaferinden daha az değildir…  

Salgınla birlikte eğitim, kültür gibi konuların ikinci planda kaldığı günlerden geçiyoruz. Bu sürecin size düşündürdükleri, gözlemleriniz neler?  

Ben doğrusu, salgın sebebiyle bir çok önemli meselenin, elbette eğitim ve kültürün, ikinci plâna atıldığı hükmüne katılıyorum ama, gereği ölçüde düşünüldüğünü, tefekkür, tezekkür edildiğini zannetmiyorum. Çünkü, bir virüs karşısında zengin-fakir, güçlü-zayıf herkesin aciz kaldığını, hattâ eşitlendiğini görüyoruz. Batı medeniyetinin insan hayatını kolaylaştıran bir çok müessese ve alet yapımına öncülük ettiğini biliyoruz.

Buna karşılık, Batı dışındaki, başta Müslüman ülkeler olmak üzere,  bir çok bölgede kanın, göz yaşının, ızdırabın, sıkıntının artarak devam ettiğini görüyoruz. Bu bize yeni bir medeniyet tasavvurunu vaz edip gerçekleştirme görevi ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Şehir mimarisinden beşerî münasebetlere kadar her şeyin yeniden ele alınması gerekirken sıradan sebeplerle kavgaya devam ediyoruz. Bu sebeple böyle bir zaruret söz konusu olmakla beraber, bir şeylerin ortaya çıkmasına daha çok zaman var gibi görünüyor.

MEB, Öğretmenler Günü’nde 32 bin öğretmene Grigory Petrov’un ‘Beyaz Zambaklar Ülkesinde’ romanını hediye etti. Romanı vaktinde Atatürk’ün de okuduğu ve müfredata eklettiğini biliyoruz. Okumuş muydunuz romanı?  

Bu roman bir ülkücü öğretmen romanıdır ve 27 Mayıs'tan sonra tekrar bütün öğretmen okulu öğrencilere okutuldu. O yıllarda bir öğretmen okulu öğrencisi olarak okudum. Bir toplumun hem kültür ve medeniyet bakımından yükselmesi ve hem de kalkınması için öğretmenliğin diğer mesleklerden daha fazla önemli olduğu anlatılmak isteniyordu.

Aynı zamanda bu mesleğin icrasında, alınan ücretten çok yaptığı işe duyulan ‘aşk’ın önemli olduğu vurgulanıyordu. Bu son ifadeyi kuvvetlendirmek için öğrencilere, okulun kapısından girdikleri ilk günden itibaren ‘öğretmenlik Tanrı mesleğidir’ ifadesi bir düstur olarak tekrarlanıyordu. Zira Allah'ın isimlerinden biri ‘Rab’dır ve terbiye de oradan gelmektedir.

Türkiye’de epey bir süredir öğretmenin önemini unutulmuş, diğer mesleklerle aynu duruma sokulmuş, aldığı ücret de düşük olunca, iyice sıradanlaşmıştı. Milli Eğitim Bakanının bu kararı ücretleri çok artırmak  mümkün olmadığına göre, mesleğe itibar kazandırmanın zaruretini anladığını gösteriyor. Bu sebeple kendisini tebrik ederim.

Ama öğretmenliğin ancak aşkla yapılacağını anlatmak sadece bu romanı okutmakla olmaz. Başlangıç olduğunu ümit etmek istiyorum. Ayrıca romanın yazıldığı ülke olan Finlandiya'nın eğitim meselesini halletmiş, bütün dünyaya örnek ülke olduğunu göz önüne alalım.