
PROF.DR.IBRAHIM MARAŞIN ACIK VE NET CEVABINI HEPIMIZ IMZALIYORUZ....
#ANKARA BAROSUNU KINIYORUM
Ankara Barosu haddini aşmıştır ve suç işlemektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kanuni görevi dinin temel emirlerinin halka iletilmesidir. Zinanın ve eşcinselliğin hukuken suç sayılmaması ayrı bir konudur. Bu bir İrşad faaliyetidir. Kamu görevini yapan bir başkan, halkının tamamına yakını Müslüman olan bir ülkede kutsal kitaplarında yazanı, görevi gereği tabii ki bildirecektir. Bütün ilahi dinlerde ve evrensel ahlaki ilkeler arasında geçen ve halkın örfünde ve vicdanında bu şekilde yer etmiş bir hususu, alanına girmediği halde, diline dolayan Baro, kanunen görevi olan dini bir irşad faaliyetini; "nefretle aşağılama" ve "kitlelere hedef gösterme", "kin ve düşmanlığa tahrik" "kan kokan cüret" şeklindeki ifadelerle tamamen tahrif etmekte ve hatta "sesi çağlar ötesinden gelen" tabiriyle hem Kur'an'a hem de Peygamberimize dil uzatarak suç işlemektedir. Bununla da yetinmemekte İslam dünyasında hiç olmayan "cadı diye kadın yakma" hadisesini İslam'a yamamaya çalışmaktadır. Değer tanımayan ve ironik bir şekilde engizisyon tarzı tahriki esas kendisi yapan Ankara Barosu, utanç verici bir açıklama yapmış ve toplum vicdanını yaralamıştır. Bu açıklama, bir kişiyi hedef almış gözükse de, aslında devletin bir kurumunu ve Türk Millet'inin temel değerlerini hedef almıştır. Nefretle kınıyorum. İbrahim Maraş

Dr. Cezmi BAYRAM
Türk Ocaklarının kuruluşunun 108. yılında ve tekrar faaliyete başladığı 1986 yılından bu yana geçen 34 senenin ardından böyle bir soru abes midir? Yoksa bu son 34 yıl boyunca mesuliyet yüklenmiş, Ocak’ın son altmış senelik faaliyetlerini takip etmiş, Ankara Ocağı Başkanlığı dâhil, 50 yıldır görev yapmış birisi olarak hâlimizi göz önüne almak ve değerlendirmek için ortaya atılmış tahrik edici bir sual midir? Kuruluş yıllarını ilmî tetkikler ve dönemi yaşayanların hatıralarından takip eden bizler için geçmişle yapılan mukayeseler, günümüzdeki münevverlerin, iş çevrelerinin, devlet ricalinin ve hedef kitle olarak gençlerin alakası noktasında yapılan mukayeseler, düne nazaran iman, heyecan, milliyetçilerin birbirlerine ve millet fertlerine karşı gösterdiği sevgi eksikliği, başlıktaki soruyu haklı olarak akla getirmektedir. Ancak, Türk Ocağının kurulduğu yıllardan günümüze değişen şartların bir değerlendirmesi ve mukayesesini yapmadan evvel, şahsi kanaatimi peşinen ifade etmeliyim ki, bugün aynen başlangıçta olduğu gibi hem Türk Ocaklarına hem de onun temsil ettiği Türk milliyetçiliği fikrine ve faaliyet üslubuna aynı şiddette ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacın mahiyet ve önemini anlamak bakımından hem 1912 yılındaki şartları hem de tamamen siyasi sebeplerle 1931 yılında kapanmaya zorlandıktan sonra, 1949 yılında tekrar kurulurken ortaya konan hedefleri ve şartları iyi tahlil etmek ve buradan günümüze gelerek nelerin ihmal edildiği veya nelerin nazarı dikkate alınması gerektiği hususları üzerinde kısaca durmak gerekmektedir. Türk Ocaklarının Kuruluş Şartları O zamanki devletimiz, Devlet-i Aliyye, Avrupa devletleri karşısında mağlubiyetleri aldıkça ve Fransız İhtilali’nin neticesi, yabancı devletlerin de tahrikiyle, düne kadar malı, canı, ırzı, dini ve dili devletin koruması altında olan gayr-ı Türk unsurlar isyanlara başlamış; buna 20. yüzyılın başlarında Türk olmayan Müslümanların kıpırdanması da eklenmiştir. Uzun yıllar erkeklerini savaşta kaybeden Türkler, ziraatta vesair mesleklerde gerilemiş; kısaca gayrimüslimler zenginleşirken Müslüman Türkler fakirleşmiştir. Devletin devamını, vatanın bütünlüğünü temin için devrin münevverleri çeşitli fikirler geliştirerek çareler aramaya başlanmışlardır. İslamcılık ve Garpçılık fikirleri etrafında zengin bir düşünce faaliyeti ortaya çıkmıştır. Maarif, iktisat alanlarında ve hukuk sahasında gelişmeler temenni edilmiş olmakla beraber esas mesaiyi siyasi düzenlemeler almıştır. Önce, devletin kuruluş felsefesinden vazgeçilmiş; kurucu millet ve zimmî anlayışı yerine eşit vatandaşlık getirilmiştir. Bu, zaten birtakım imtiyazlara sahip azınlığı daha güçlendirmiş; fakat devleti sahipsiz bırakmıştır. Aynı şekilde Hakan’ın yetkileri sınırlandırılırsa yani meşrutiyet ilan edilirse her şeyin yoluna gireceği ümit edilmiştir. Nihayet, 1908’de ikinci defa Meşrutiyet ilan edilmiş; hürriyet, adalet, uhuvvet, müsavat ilkelerini şiar edinen İttihat-Terakki Yönetimi başlamıştır.

Dün akşam gerçekleşen sempozyumumuzda genç arkadaşlarımız Cengiz Dağcı'nın, eserleri ve fikir dünyası hakkındaki bildirilerini sundular. Dağcı, romanlarında Türk halkının Kırım'da nasıl zulümler yaşadığı ve niçin savaştığını tarihi gerçeklik içinde bizlere sunmuştur. Savaşın ve sürgünün en acı tecrübelerini yaşamak ve bunları kaleme almak sonraki nesiller için rehber olmaktadır. Cengiz Dağcı bu anlamda da üzerine eğilinmesi gereken bir kişiliktir. Konuşmacılarımıza faydalı sunumları için teşekkür eder, başka programlar için emsal teşkil etmesini dileriz.
Ata toprağına özlemin somutlaşmış hali olan Dağcı'nın şu satırlarını da unutmamak gerekir : "Türk halkı için toprak her şeydir. Toprak almak, can almaktır."